İZLENCE

“Aftersun”: Ruhunuza İşleyen Bir Yaz Anısı

Selam! Geçenlerde izlediğim, bana tanıdık bir melankoli hissettiren bir film var: “Aftersun”. Bir yandan içimi ısıtan, bir yandan da boğazımı düğümleyen, kalbime dokunan bir yapım oldu. Hele bir de Türkiye’de geçmesi var ki, bu yüzden sanırım çok daha derinden hissettim her anını. Filmdeki o Akdeniz atmosferi, o sıcak, o tanıdık haller… Bir yabancı filmin bizim coğrafyamızda bu kadar içten bir hikaye anlatması beni gerçekten çok etkiledi. Sanki kendi sokağımın köşesinde, yanı başımdaki bir hikayeyi izler gibiydim.

Filmin yönetmeni Charlotte Wells, ilk uzun metraj filmi olmasına rağmen öyle enfes bir iş çıkarmış ki… O kadar sakin, o kadar doğal bir anlatımı var ki, sanki karakterlerin hayatına gizlice, küçük bir aralıktan bakıyorsun gibi hissediyorsun. Hikaye, genç bir baba olan Calum ve kızı Sophie’nin baş başa yaptıkları kısa bir yaz tatilini konu alıyor. Bu tatil, dışarıdan bakıldığında bol kahkahalı, eğlenceli bir kaçamak gibi dursa da, aslında satır aralarında çok yoğun, derin duygular taşıyor.

Film boyunca Calum’u izlerken içim burkuldu resmen. Bir yandan neşeli, babacan bir figür; diğer yandan ise kendi içinde büyük savaşlar veren, hayalleri, hobileri, bireysel bir yaşamı olan ama babalıkla birlikte bunların hepsinin adeta sekteye uğradığını hissettiği belli belirsiz görünen bir adam. Gözlerinin ardında gizlediği o hüzün, kızına tam anlamıyla yetemediği düşüncesi, mutlu gözükmeye çalışırken içten içe çektiği acı… Bunların hepsi o kadar doğal yansıtılmış ki, Calum’un iç dünyasına adeta bir kapı aralanıyor. Filmin en çarpıcı yanlarından biri de bu yoğun duyguları çok az bir replikle hissettirmeyi başarması. Her bakış, her jest, her duruş Calum’un içindeki fırtınayı kelimelerden daha güçlü anlatıyor. En can alıcı yerlerden biri de, Sophie’nin, bu acıyı yetişkinliğinde, filmin son sahnelerinde fark etmiş olması. O anlarda insanın kalbi sıkışıyor resmen.

Sophie’nin tatilde yaşadığı ilk öpücük sahnesi ise o kadar samimi ve içtendi ki… Bunu babasıyla o kadar doğal bir şekilde paylaşması, aralarındaki güçlü ve sevgi dolu baba-kız ilişkisinin en güzel göstergelerinden biriydi. Tam da bu yüzden, tatilin son gecesinde Sophie’nin Calum’la yaşadığı o ufak tartışma o kadar acımasız geldi ki bana. Sanki bir anda bütün o masumiyet, o sıcaklık bir kenara atılmış gibiydi, buz gibi bir gerçeklik yüzlerine vurmuştu.

Ve gelelim filmin en sarsıcı, en düşündürücü kısmına… O tartışma sonrası Calum’un gece denize girmesi… Ve daha önce sarf ettiği, “Kendimi 40 yaşında hayal edemiyorum” cümlesi… Bunlar birleşince aklımda tek bir soru belirdi: Calum intihara mı meyilliydi? Hatta belki de intihar etmiş olabilir miydi? Filmin sonlarına doğru bu ihtimal o kadar güçleniyor ki, tüylerim diken diken oldu. Wells, bu konuyu bize açıkça söylemiyor, ama o kadar ustaca imalarla besliyor ki, izleyici olarak kendin bu sonuca varıyorsun. Bu belirsizlik, filmi daha da vurucu kılıyor bence. Calum’un içindeki o dipsiz boşluğu, o acıyı derinden hissettiriyor.

Bu filmi izlerken hissettiğim o tatlı melankoli, bana hemen başka bir yapımı hatırlattı: “After the Rain” adlı animeyi. İkisinde de, karakterlerin iç dünyalarındaki hüzün, umut, ve hayata dair kırılganlık o kadar benzer bir estetikle işleniyor ki… sanki aynı ruh halinin farklı coğrafyalardaki yansımaları gibi. Her ikisi de, hayatın akışındaki o durgun ama derinden etkileyen anları, çok fazla söze gerek kalmadan kalbinize işliyor. Bu tip hikayeler, ruhunuzu besleyen, sizi düşündüren ve belki de kendi iç dünyanıza dönüp bakmanızı sağlayan nadir eserler.

“Aftersun”, öyle “puf” diye gelip geçecek bir film değil. İzledikten sonra uzun süre aklınızda kalan, üzerine düşündüren, hatta belki de kendi hayatınızla ilgili bazı şeyleri sorgulamanıza neden olan bir yapım. Kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Bitince gelin konuşalım, ne hissettiğinizi çok merak ediyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu