DUYULMAYAN SESLERHAYATA DAİR

Kadın Olmak Üzerine

Geçtiğimiz günlerde bir Instagram paylaşımına denk geldim ve gördüklerim kanımı dondurdu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa’sından bahsediliyordu: Savaş döneminde Alman subaylarla ilişki yaşadığı iddia edilen Fransız kadınları, cezalandırılmak üzere saçları kazınarak, çıplak bir şekilde sokaklarda yürütülmüş (Bu olay, “Épuration Sauvage” (Vahşi Tasfiye) olarak da biliniyor.). Bir kadın olarak bu bilgiyi almak, içimde tarifi zor bir öfke uyandırdı. Ama hemen hüküm vermek yerine, zihnimdeki “pozitif ayrımcılık” ihtimalini bir kenara bırakıp, erkek işbirlikçilere ne tür cezalar uygulandığını araştırmaya karar verdim.

Beklendiği gibi, erkeklere bedenleri üzerinden benzer bir utanç yaşatılmamış. Şiddet görenler olmuş, evet, ama genellikle işbirlikçilikleri siyasi, ekonomik veya askeri ihanet olarak değerlendirilmiş ve cezalandırma yöntemleri de bu alanlara, yani yasal süreçlere odaklanmış. Ne ironiktir ki, kadınların cezalandırılması resmi veya yasal bir yolla yapılmamış. Bu utanç yürüyüşleri, halk gruplarının kendi elleriyle verdiği cezalarla gerçekleşmiş ve yetkililer de buna büyük ölçüde sessiz kalmış.

Şimdi düşünüyorum, savaş sonrası bir dönem… Çok büyük acılar yaşanmış, herkes derin travmalarla boğuşuyor. Evet, böyle zamanlarda yanlış kararlar almak, öfke kontrolü sağlayamamak elbette anlaşılabilir. Ama neden tarih boyunca, böylesi kriz anlarında ve travmatik durumlarda kadınlar en ağır bedeli ödüyor? Neden hala günümüzde bile göz göre göre öldürülen, tacize ve tecavüze uğrayan kadınlar oluyor? Neden sokakta istediği saatte rahatça gezemeyenler biz kadınlarız? Giyinse suç, açılsa suç, konuşsa suç, konuşmasa suç. Çocuk yapsa “bakamıyor”, yapmasa “kadınlığı eksik kalır.” Çalışsa bir dert, çalışmasa ayrı bir dert…

Gerçekten soruyorum, bu dünyanın kadınlarla olan derdi ne böyle?

Virginia Woolf’un dediği gibi: “Kadınlar bütün yüzyıllar boyunca erkekleri olduklarından daha büyük gösterecek sihirli bir ayna görevi gördüler.” Belki de bu yüzden, toplumların çöküş anlarında veya yeniden doğuş sancılarında, kadın bedenleri ve kimlikleri, kontrol edilmesi, şekillendirilmesi ve cezalandırılması gereken bir ayna gibi görülüyor. Suçlu gösterilmek, en kolay kaçış yolu oluyor.

En üzücü ve can sıkıcı kısım ne biliyor musunuz? Her şey gelişiyor, evriliyor, ilerliyor hayatta. Teknoloji, bilim, sanat… Ama bir bakıyoruz, neredeyse 100 yıl önce yaşatılan haksızlıklara, o “vahşi tasfiye” benzeri utançlara hala maruz kalıyoruz kadınlar olarak. Bizim için hiçbir şey değişmemiş gibi. Hatta belki bin yıl öncesiyle aynı acıları yaşıyoruz.

Simone de Beauvoir, “Kadın doğulmaz, kadın olunur,” der. Bu söz, kadınlık deneyiminin toplumsal inşa sürecini ne kadar güzel anlatır. Ancak ne yazık ki, bu inşa süreci hâlâ ataerkil normlar ve beklentilerle dolu. Kadın olarak “olmamız gereken” haller, sürekli olarak toplumsal baskılarla şekilleniyor ve bu baskı, bazen en vahşi biçimlerde kendini gösteriyor.

Yine de tüm bu siteme rağmen, her gün kadın olarak doğduğum için şükrediyor, yine dünyaya gelsem kadın olmak isterdim diyorum. Elbette erkekler kendilerini kötü hissetmesin; bu sitem sadece kötü kalpli olup da gücünü karşısındakini ezmeye çalışanlara ve hepimizi tedirgin eden bu köhne düzene.

Maya Angelou’nun o muhteşem sözünü hatırlayalım: “Her kadın muazzam bir güç ve direniş kapasitesi taşır.” Umutluyum ki, bu direniş ve farkındalık, herkesin eşit ve özgürce bir arada yaşadığı bir geleceğin çok yakın olmasını sağlayacak. Umalım ki, tarih kitaplarımızda kadınların sadece maruz kaldıkları acılarla değil, aynı zamanda kazandıkları eşitlik mücadeleleriyle de anıldığı günler çok yakındır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu